EĞİTİME GÖLGE DÜŞÜREN HASTALIK; COVİD-19

SAKSIDA ÇOCUK YETİŞTİRMEK

Eylül 26, 2020 Comments (0) Views: 442 Eğitim

YAZI FOBİLİ NESİLLER YETİŞTİRME KILAVUZU

Önemli bir iddia ile söze başlamak istiyorum. Günümüz nesillerinde yazı fobisi vardır. Bu fobinin oluşmasında elbette, ileri teknoloji ürünlerinin etkisi tartışılamaz. Ondan daha fazla etkiye sahip unsur ise mevcut Türkçe eğitim müfredatımızdaki açmazlardır. 

Bir dilin yazı dili kısmına hâkim olan insan, o dile az çok hâkim demektir. Kalemi konuşamayan bir insanın: “Ben Türkçeyi iyi bilirim.” İddiası, boş bir iddiadır. Öğrencilerden değil, üniversite mezunu yetişkinlerimizden örnek vermek istiyorum sizlere. Sokağa çıksak, rastladığımız insanlardan lisans mezunu olanları rasgele çevirsek, ellerine birer A-4 kâğıdı ve birer konu versek. Acaba içlerinden kaç tanesi imla-noktalamaya uygun bir şekilde, anlatım bozukluğu hataları yapmadan, verdiğimiz A-4 kâğıdının tek yüzünü doldurabilir. Bu konuda öğretmenlerimizden dahi bazılarının sınıfta kalacağını tahmin ediyorum. Üzülerek ifade ediyorum ki mevcut Türkçe-Edebiyat öğretmenlerimizden de bu kategoriye girenler olacaktır. Kendi ana diline vukufiyeti bu derecede olan bir toplumun fertlerine yetmişli yaşlara kadar İngilizce dersi koysanız, insanlar İngilizceyi yine de öğrenemeyecektir. Çünkü yaptığımız, abesle iştigaldir. Asıl olan ana dil eğitimidir. Ana dil eğitimi olmadan, eğitim yapısına tuğla koyamazsınız. 

Peki, gelelim yazma yeterliliğinden yoksun, yazma fobili gençler nasıl meydana geliyor. Sorunun ana damarını tıkayan iki sebep var. 

1.Mevcut Türkçe-Edebiyat müfredatı.

2.Türkçe-Edebiyat öğretmenlerimizin bu konuya yaklaşımı.

Ne zaman ki bu ülkede bir öğrencinin yazdığı kompozisyon; Anadolu lisesi ve üniversite giriş sınavlarında, test netlerinin önüne geçer, o gün bu milli sorunumuzu aşmışız demektir. O günü görürsek, şükür secdelerine kapanmalı, koçlar kurban etmeliyiz.

İlkokullarımızın ve ortaokullarımızın Türkçe müfredatlarından imla-noktalama haricindeki gramer konularını çıkarmayı ne zaman başarırsak, bu uğurda önemli bir mevziyi ele geçirmişiz demektir. İlkokullarımızda ve ortaokullarımızda Türkçe dersimizin ana hedefi okuma, yazma ve güzel konuşma olmalıdır. Okuması, yazması ve konuşması oturmadan liseye geçen bir genç, motoru açılmamış otomobil gibidir. Öğrenciliğin ne olduğunun idrakine varamamış bu tip öğrenciler, aynı minvalde liseyi, hatta üniversiteyi bitirmektedir. Lisans mezunu vasıfsız kitleler bu şekilde oluşmaktadır. 

Okumayan, yazmayan; konuşmasını, oturup kalkmasını, âdâb-ı muaşeret kurallarını bilmeyen; cahil, kendisini dünyanın merkezinde gören, bırakın milletini, kendi ana-babasını bile düşünmeyen acayip nevzuhurlar işte böyle yetişiyor.

Yazı eğitimi konusunda öğretmenin yaklaşımı, tabiki müfredattan önde gelir. Bu konuda dil şuuru olan öğretmen, öğrencilerini yazı fobisine kaptırmayan öğretmendir. İş, yazıyı sevdirmekle başlar. Denize giren insana bir üşeniklik gelir. Önce, dizinize kadar suya girersiniz. Su, size soğuk gelir. İlerledikçe üşümeniz artar. Bu işin en pratik yolu, suya girer girmez, kendinizi denizin şefkatli kollarına bırakmaktır. Birden dalarsanız, ani bir şok yaşarsınız. Ama üşenikliğiniz birkaç saniyede geçer. Yazı yazma konusunda da durum, bire bir aynıdır. Dersimle ilk defa tanışan öğrencilerimde bunu hep yaşamışımdır. İlk dersimde, birer adet A-4 kâğıdı dağıtırım. Alternatifli konular veririm. İsteyen de serbest konuda yazsın, derim. Amacım, öğrencinin yazma eylemine karşı var olan bütün önyargılarını kaldırmak. Sınırsız konu seçeneği sunmama rağmen, aradan yirmi geçtiği halde kalem elde havaya bakan tipler dikkatimi çeker. Yanına varırım ki, daha bir cümle yazılmış, bekleniyor. O bir cümle de beş defa silinen cümlelerin yerine yazılan cümle… Bağdat’tan ilham perisi gelecek de paşamız yazı yazacak. “Evladım, neyi bekliyorsun?” derim. Cevap Türkiye’nin her yerinde aynıdır: “Hocam, aklıma bir şey gelmiyor.” 

Bu tip öğrencilerden bazıları konuda tıkanmıştır. Konuyu serbest de tutsanız, tıkanır kalırlar. Yazmaya alışık olmadıkları için, suya sadece ayaklarını değdirmişlerdir. Bu öğrencilerden önemli bir kısmı, hayatlarında üç beş kompozisyon yazmamış kişilerdir. Böylesi öğrenciyi suya ısındırmanın yolu, doping yapmaktır. “Yavrum, aklına bir şey gelmiyorsa, izlediğin son filmi veya maçı anlat.” Sözü, bu öğrenci tiplemesi için doping etkisi yapar. Birden, beynindeki kelepçelerin çözüldüğünü, kartondan duvarların yıkıldığını hisseder ve yılların vermiş olduğu kâğıt hasretiyle kaleme yapışır. Beş dakika sonra bakmışsınız ki sayfa yarı olmuş. Birçoğu, biraz sonra seslenir: “hocam, kâğıdın arkasını da kullanabilir miyim?” Yıllardır, önyargıları sayesinde kendini frenleyen ve yazı yazmayı beceremediğini zanneden bu yeni yetmeyi, tut tutabilirsen artık… 

Yazı fobisi olan bir diğer öğrenci grubu da imla-noktalama ve anlatım bozukluğu takıntısı olan öğrencilerdir. Konuyu vermişsiniz. Bakarsınız ki dersin bitmesine on beş dakika var. Hanımefendi, ruhunu teslim etmiş mevta gibi. Gözler duvarda takılı kalmış. Bu tip öğrenciler için de doping cümleleri vardır elbet. “Evladım, imla-noktalama, anlatım bozukluğu hataları yapacağım diye korkmayın. Beş yüz adet hata yapma hakkınız var. Hiç sorun değil. Yeter ki sayfayı doldurun, kendinizi sıkmayın. Rahat olun, derin nefes alın, konuşur gibi yazın. Farz edin ki en yakınınızla sohbet ediyorsunuz.” 

“Aman hocam, bu ne rezillik, öyle yazı mı yazdırılır.” diye düşünen beybabalarımız olabilir. Yirmi yıllık öğretmenlik hayatımda, bu metotları uyguladım ve şunu gördüm. Yazan öğrencinin, yazı konusunda kendine güveni gelişiyor. Motor açılıyor yani. Öğrenci yazdıkça, imla-noktalama ve anlatım bozukluğu kuralları, sezme yöntemiyle kendiliğinden oturuyor. Tabi ki öğretmen yanlışa müdahale edecek. Ama, altın kural: “motor açıldıktan sonra…” Öğrenci, artık kâğıdın ön yüzünü rahat rahat doldurmaya başladıktan sonra işin detaylarına, kurallarına geçilecek. Eline kalem almaktan korkan öğrenciye siz: “giriş, gelişme, sonuç…” diye başlarsanız, öğrenci de kalemi ebedi billah almaz eline bir daha. Ömrü boyunca, yazı yazabilmek için olağanüstü yeteneklere sahip olmak gerektiğine inanır.

Yeri gelmişken, öğrencilerde imla-noktalama, anlatım bozukluğu eğitiminin pratiğine de değinelim. Rasgele bir sınıfta kompozisyonları A-4 kâğıdına yazdırıyoruz. İsim, sınıf, numara yazmamalarını söylüyoruz. Kâğıtları topluyoruz. Müsait bir zamanınızda, bu kâğıtlardaki hataları kırmızı kalemle, yanlışların üzerini çizip doğrularını yazarak, gerekirse, çok yapılan hatalarla ilgili, kâğıtların alt boşluklarına açıklama cümleleri yazıyorsunuz. Sonra, bu düzeltme kâğıtlarını, o hafta dersine girdiğiniz her bir sınıf için birer saat ayırarak, öğrencilere inceletiyorsunuz. Akış sırası belirliyorsunuz. “değiştir” dediğiniz zaman herkes elindeki kâğıdı, akış yönündeki arkadaşına veriyor. O ders saatinde sadece bunu yapıyorsunuz. Bu yöntem sayesinde öğrenci, kırk dakikada yüzlerce hatayı, düzeltmeyi ve uyarı cümlesini görüyor. Hatalar zaten genellikle aynı hatalar. Bu yöntem sayesinde, çok kısa bir sürede yazım-noktalama kuralları kavratılabilir.

Yazımın başından beri tavsiye ettiğim metotlar, uygulanmış metotlardır. Bu metotlar sayesinde, dersine girdiğim öğrencilerden epeycesinin, gazete köşelerinde yazı yazabilecek yeterliliğe ulaştığını gördüm. Birçok öğrencim, yüzbinlerce kişinin katıldığı yarışmalarda derece aldı. 

Müfredattan ne kadar şikâyet edersek edelim, dersi uygulayacak olan öğretmendir. Türkçe-Edebiyat öğretmenlerimize bu konuda büyük görevler düşüyor. İlkokul ve ortaokul Türkçe derslerinde öğretmen, liseye göre daha özgür. Ders saati sıkıntısı yok. Örneğin ortaokulda 5 saat Türkçe dersi var. Türkçe öğretmeni; okuma, yazma, konuşma, dilbilgisi eğitimleri konusunda rahat hareket edebiliyor. Lisede ise derin bir aaaaaahh kaplıyor ortalığı. Konuyu açmadan daha, kalem elden düşüyor. Dil Anlatım dersi 2 saat. Türk Edebiyatı dersi 3 saat. Bu iki derse de genelde farklı öğretmenler giriyor. Toplam yine 5 saat görünüyor; ama kazın ayağı öyle değil… 

Güzel ülkemizde liselerimizin Dil Anlatım / Türk Edebiyatı derslerinin müfredatını belirleyen kurul şöyle düşünüyor olmalı: “Bu çocuklar; okuma, yazma, konuşma, dilbilgisi eğitimlerini dört dörtlük edinip, birer dil âlimi (filolog) olarak liseye gelmişler. Eeee, o halde âlim adama, lisans üstü eğitim vermek lazım.” Edebiyat fakültelerinde yüksek lisans eğitimi alan öğrencilerin ezberlemesi gereken teorileri, sınıflandırmaları, göndergesel işlevleri (bu tip uydurukça kelimeler kavramlar acilen ders kitaplarından çıkarılmalı ) lise öğrencilerimize kavratmaya çalışıyoruz. 

Eser okutmuyor, ezber okutuyoruz. Parnasizmi, realizmi, bu akımların temsilcilerini papağana ezberletir gibi öğrencilere ezberletiyoruz. Sonuç nedir peki? Öğrenci, sınavın ertesi günü bunları unutuyor. Okuma ve yazma zevki edinememiş, edebi zevkten habersiz öğrencilerimizin hafızalarında yıllar sonra “Edebiyat” denilince hatırlanan, failatün failatün failün esprileri… Okumanın, aslında hayatı okumak olduğundan habersiz, heba ettiğimiz nesiller… yazık ki ne yazık…

Türkçe-Edebiyat müfredatını sil baştan değiştirmeliyiz. Yeni müfredatı da en az on yıl fiili olarak öğretmenlik yapmış akademisyenlerden oluşan bir kurul hazırlamalı. Fiili öğretmenlik yapmamış akademisyenler bu kurullara asla yaklaştırılmamalı. Müfredattaki sıkıntıların temel nedeni, fiili olarak eğitimin içinde bulunmamış akademisyenlerdir. Nasıl ki masa başında inşaat mühendisliği öğrenilmiyorsa, masa başı müfredat da bedene uymuyor. Sıkıntı bundan… Cephede savaşan askerin halinden, bilgisayarda savaş oyunları oynayan anlamaz. Yıllardır Türkçe-Edebiyat eğitimi adına geleceğimize giydirilen bu deli gömleği sorgulanmalı, yeni ölçüler alınıp yeni gömlekler dikilmelidir. 

Dil ve edebiyat derslerini yeni nesillerimize sevdirecek bir yol bulmalıyız. Mevcut haliyle bırakın güzel konuşma, yazma ve edebi zevk eğitimi vermeyi; ancak edebiyattan nefret ettirmeyi başarıyoruz. 

OKUL MÜDÜRLERİMİZE VE ZÜMRE BAŞKANLARIMIZA DA ÇOK İŞ DÜŞÜYOR

Ülkemizde Türkçe-Edebiyat derslerinin verimliliği ile ilgili, okul müdürlerimize ve Türkçe-Edebiyat zümre başkanlarımıza da görevler düşüyor. Bilindiği gibi, öğretmenlerin ders denetim görevi müfettişlerce değil, okul müdürlerince yapılmaktadır. Okul müdürlerimiz derslerin işleniş ahvali ile ilgili yılda en az bir defa okullarındaki her öğretmeni derste denetlemekle görevlidir. Denetlenecek ilk zümre öncelikle Türkçe-Edebiyat zümresi olmalıdır. Aşağıdaki şu sorular, ders işleniş performansını ortaya koymaya yetecektir:

1.Sene başından beri öğrencilere kaç adet kompozisyon yazdırdınız. (Öğrencilerden birinin Dil anlatım/ Türkçe defterine bakılabilir.)

2.Yıl boyunca uygulanan okuma programı nasıl yürütülüyor, okuma raporları ne durumdadır, kitap okuma çizelgesi tutuluyor mu?

3.Güzel konuşma uygulamaları, hazırlıklı-hazırlıksız konuşma uygulamaları, şiir ezber ve okuma çalışmaları yapılıyor mu?

4.Bütün bu çalışmaların, ödevlerin takibini işlediğiniz bir ödev takip çizelgeniz var mı?

Bu dört sorudan sonra inanın beşinci soruya gerek yok. Eş dost, akraba ziyaretlerinde bazen ben de bu soruları gençlere soruyorum. “Türkçe-Kompozisyon” defterini getir bakalım.” dediğimde, maalesef karşılaştığım genel görüntü iç açıcı değil. Bir öğretim yılında yaklaşık 25 hafta var. İdeal bir yazı eğitimi alan öğrencinin defterinde Türkçe için en az yirmi; dil anlatım için en az 15 adet kompozisyon olması gerekir. Bakıyorsunuz ki mayıs ayına gelindiği halde ilkokul veya ortaokul öğrencisinin defterinde üç adet kompozisyon var. Böyle bir çocuğun yazı yazmayı öğrenmesi mucize kabilinden bir şey olurdu.

Türkçe-Edebiyat derslerimizde; dersin müfredatından ders kitaplarına kadar bütün sistem, şu üç ana kazanıma yönelik olarak ele alınıp yenilenmelidir.

1.Güzel konuşma alışkanlığı kazandırmak.

2.Okuma alışkanlığı kazandırmak.

3.Güzel yazma alışkanlığı kazandırmak.

Bu üç kazanımı elde eden öğrencinin diğer derslerdeki başarısı da kendiliğinden artacaktır. Yazılı sınavlara, kitabı ezberleyerek giren öyle öğrencilerimiz var ki 70’ten yukarı not alamıyorlar. Bildiğini yazılı olarak ifade etme alışkanlığı gelişmediği için, sadece Türkçe-Edebiyat grubu derslerde değil, diğer derslerde de ifade sorunu yaşıyor öğrencilerimiz. Öyle öğrencilerimiz var ki, yazılı bir sınava, tam not (100) alabilecek kadar çalıştığı halde bildiğini yazıya dökme kabiliyeti yeterince gelişmediği için, en fazla 70 alabiliyor. Yazılı ifade yeterliliğinin ders başarısına etkisi yüzde yüzdür. 

Hedefimiz, dili olduğu kadar kalemi de konuşan; kitaplardan aldığı ilhamla hayatı doğru okuyabilen bir toplum oluşturabilmek…

  Nabi KÜÇÜK

Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt.

    [email protected]

“Sitemizdeki yazılar içerik açısından tüm sorumluluk yazara aittir.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir